Tarih 30 Aralık olmuş bile ..
2009‘un dolu dolu bitmesine , 24 saat kalmış ..
Hala bir yılbaşı programi yapılmamışş .. Hiç de umursanmıyormuşş ,aslına bakılırsa ..
Şu noktada tek umursanılan, Santa Clause amcamın, evimize Christmas ağacı kurmadık diye bizi esgeçip ,yoluna devam etmesi olurdu heralde ..
Anlayışla karşılamak lazım, kendisi de son derece meşgul olsa gerek bu zamanlarda ..
Ama, dileklerimizzz söz konusu olunca , anlayış biraz ikinci planda kalıyor ..
Diyerek; hafif yüksek bir sesle yazmaya karar verdim yazımı ..
Böylece duymayan kalmazzzz inşallahhh …
Öncelik, her zaman için, bol bol sağlık –sıhhat-neşe-huzur –sevdiklerimizle ve ailelerimizle birlikte geçecekkkk bir yıl olmasınaaa gidiyor …
Sonrasında, “hep bana, hep bana ! demeyecegimiz bir yıl olsun .. bize gelen bütün güzellikleri, paylaşalım güzel insanlarla .. “
Aklımızdan ve gönlümüzden geçen tüm hayallerimiz gerçek olsun ..
Ne NewYork’suz olsun , ne Izmir’siz ..
Bugüne kadar hep kıyak geçilenlerden oldum anlaşılan, çoğu dileğim gerçekleşti ..
En sevdiğim aldı beni yanına , koyulduk yollara …
Tahtalara vurayım ki, devam etsinnn gerçekleşmeye ..
Yeni yıl, herbirimize güzellikden başka hiçbirşey getirmesin …
2010, ismi gibi 10 numara bir yıl olsun , tum dünya için ..
Benim bir numaralı dileğim, hangi yol düşerse düşsün payıma, yeter ki en sevdiğimle düşsün...
O , kendini bilir …
Kadehimi ; HEP BİRLİKTE GEÇECEK OLAN EN ŞAHANE YILLARA kaldırıyorum….
Şerefe :)
Wednesday, December 30, 2009
Saturday, December 19, 2009
“Alice Spa`lar dünyasında … “
Tam buldum derken , kriz vura vura benim spa’mı vurdu .. Dolayısıyla olan bana da oldu ..
Düştüm yine yollara , evime yakın lokal bir spa bulmak için …
Bir tane de buldum, tam yolumun üzerinde : “Bloom Nails “.
Nasıl düştüm hatırlamak bile istemiyorum ama bir yer bulmuşum ki , ismini olsa olsa “Aman Allah’ım Spa’sı “ olarak değiştirebilirim .. Ve kesinlikle iyi anlamda değill ..
İçeride çalışanların hepsi Çinli olan bir güzellik merkezi düşünün .
Bizim bildiğimiz , manikürist elinizi yaparken , sizinle konuşur değil mi ?
Bunlar, sizin elinizi yaparken, kendi aralarında bağıra bağıra Çince konuşuyorlar.. Arada kendilerini kaybedip, size bakıp gülerek Çince konuşmaya devam ediyorlar .. Ve işlerini de ciddiye aldıkları için diyemiyeceğim ama her neyse dertleri, manikür esnasında tuvaletiniz gelirse yandınız ..Çünkü lavaboya gitmek yasak , manikür esnasında .. Nerden mi biliyorum , yanımdaki bayandan !
Yanımdaki bayanın , manikür esnasında tuvaleti geldi .. Ve izin istedi . Ama gel gör ki , maniküristi “ No “ dedi .. Kadıncağız en son “ Ama cidden gitmem lazım“ diyordu, ağlamaklı bir şekilde .. Fakat çinli dostumuz, uzun cümle bile kurmaya gerek duymadan,kısa ve net şekilde,“ NO” dedi.
Aman Allah’ım , tam uçmalık bir yerdi orasıı ..
Bu deneyimin üzerine,arayışlarım devam etti,tabi ..
Geçen gün franchise spalardan BLISS spa’ya gittim.
Tertemiz, her yerde beyaz önlüklü çalışanlar ..
Açık büfesi bile var ; peynirler – krakerler, brownieler, çay – kahve …
Pedikür yaptırırken , kulaklıklarınız geliyor , istediğiniz tv kanalı ya da DVD seçiliyor .. Çayınız brownie ile ücretsiz ikram ediliyor. Bir saat boyunca keyif yapıyorsunuz. Üstelik de , çin kabusu “ Bloom Nails’de pedicure için 27 $ öderken , burada 52 $ ödüyorsunuz. Verilen hizmet düşünülünce , çok yıkıcı bir fiyat gelmiyor.
Tek tüy ürpertici tarafı ; çalışanların konuşma tarzı ..
Her çalışan sanki müzikalde oynuyormuş gibi eko’lu konuşuyor ..
“ Merhabbaaa , nasılsınızzz ?? Ne güzell bir günnn … Herşeyyy harikaaa ….. “ tarzında ..
Dışarısı bu arada, eksi 8 derece, yüzü bıçak gibi kesen bir rüzgarrla boğuşmuşsunuz. Elleriniz eldivene rağmen donmuş , kafanızdaki bere saçınızı elektriklendirip berbat etmiş, burnunuz kıpkırmızı olmuş, durmaksızın akıyor ..
Bunun uzerine, Bliss’den içeri girip, kendinizi “ Alice Spalar Dünyasında “ bulunca abondone oluyorsunuz, tabi.
Çalışanların , hem kısık , hem değil bir ses tonuyla, “Aman huzurumuzz kaçmasın, burada çok ama çook mutluyuz“ yaklaşımı ilk iki saniye sinir bozuyor, üçüncü saniyede ısınmanın verdiği rahatlamayla komik geliyor, ama ceketinizi alıp, sizi pedikür dünyasına götürdüklerinde, bir elinizde çayınız, bir elinizde brownieniz , kulağınızda kulaklıklarla “sex and the city’i “ izlerken, bir anda keyif overdose oluyorsunuz ..
Bunun için ekolu konuşmam gerekiyorsa, konuşurum diyorsunuz.
“Huzurumuz kaçmasın, burada olduğumuzu kimse bilmesin, mutluluğumuzz hiç bozulmasın “ hesabı ..:)
Düştüm yine yollara , evime yakın lokal bir spa bulmak için …
Bir tane de buldum, tam yolumun üzerinde : “Bloom Nails “.
Nasıl düştüm hatırlamak bile istemiyorum ama bir yer bulmuşum ki , ismini olsa olsa “Aman Allah’ım Spa’sı “ olarak değiştirebilirim .. Ve kesinlikle iyi anlamda değill ..
İçeride çalışanların hepsi Çinli olan bir güzellik merkezi düşünün .
Bizim bildiğimiz , manikürist elinizi yaparken , sizinle konuşur değil mi ?
Bunlar, sizin elinizi yaparken, kendi aralarında bağıra bağıra Çince konuşuyorlar.. Arada kendilerini kaybedip, size bakıp gülerek Çince konuşmaya devam ediyorlar .. Ve işlerini de ciddiye aldıkları için diyemiyeceğim ama her neyse dertleri, manikür esnasında tuvaletiniz gelirse yandınız ..Çünkü lavaboya gitmek yasak , manikür esnasında .. Nerden mi biliyorum , yanımdaki bayandan !
Yanımdaki bayanın , manikür esnasında tuvaleti geldi .. Ve izin istedi . Ama gel gör ki , maniküristi “ No “ dedi .. Kadıncağız en son “ Ama cidden gitmem lazım“ diyordu, ağlamaklı bir şekilde .. Fakat çinli dostumuz, uzun cümle bile kurmaya gerek duymadan,kısa ve net şekilde,“ NO” dedi.
Aman Allah’ım , tam uçmalık bir yerdi orasıı ..
Bu deneyimin üzerine,arayışlarım devam etti,tabi ..
Geçen gün franchise spalardan BLISS spa’ya gittim.
Tertemiz, her yerde beyaz önlüklü çalışanlar ..
Açık büfesi bile var ; peynirler – krakerler, brownieler, çay – kahve …
Pedikür yaptırırken , kulaklıklarınız geliyor , istediğiniz tv kanalı ya da DVD seçiliyor .. Çayınız brownie ile ücretsiz ikram ediliyor. Bir saat boyunca keyif yapıyorsunuz. Üstelik de , çin kabusu “ Bloom Nails’de pedicure için 27 $ öderken , burada 52 $ ödüyorsunuz. Verilen hizmet düşünülünce , çok yıkıcı bir fiyat gelmiyor.
Tek tüy ürpertici tarafı ; çalışanların konuşma tarzı ..
Her çalışan sanki müzikalde oynuyormuş gibi eko’lu konuşuyor ..
“ Merhabbaaa , nasılsınızzz ?? Ne güzell bir günnn … Herşeyyy harikaaa ….. “ tarzında ..
Dışarısı bu arada, eksi 8 derece, yüzü bıçak gibi kesen bir rüzgarrla boğuşmuşsunuz. Elleriniz eldivene rağmen donmuş , kafanızdaki bere saçınızı elektriklendirip berbat etmiş, burnunuz kıpkırmızı olmuş, durmaksızın akıyor ..
Bunun uzerine, Bliss’den içeri girip, kendinizi “ Alice Spalar Dünyasında “ bulunca abondone oluyorsunuz, tabi.
Çalışanların , hem kısık , hem değil bir ses tonuyla, “Aman huzurumuzz kaçmasın, burada çok ama çook mutluyuz“ yaklaşımı ilk iki saniye sinir bozuyor, üçüncü saniyede ısınmanın verdiği rahatlamayla komik geliyor, ama ceketinizi alıp, sizi pedikür dünyasına götürdüklerinde, bir elinizde çayınız, bir elinizde brownieniz , kulağınızda kulaklıklarla “sex and the city’i “ izlerken, bir anda keyif overdose oluyorsunuz ..
Bunun için ekolu konuşmam gerekiyorsa, konuşurum diyorsunuz.
“Huzurumuz kaçmasın, burada olduğumuzu kimse bilmesin, mutluluğumuzz hiç bozulmasın “ hesabı ..:)
Sunday, December 13, 2009
Her dilden bir " Tatil Sezonu"...
New York : Her zaman kalabalıkların toplandığı bir şehir...
Ama, özellikle "tatil sezonunda" öyle bir doluyor ki, kelimenin tam anlamıyla yürüyemiyorsunuz sokaklarda...
Özellikle 5. Cadde'de...
Herkes sanki sözleşmiş gibi yürüyememek için burada buluşuyor.
Dün onu konuşuyorduk , neden Madison Avenue değil de , 5.cadde?..
Cevap çabuk çıktı.
Meşhur Rockefeller binasının önüne dikilen 30 metre boyundaki geleneksel "çam ağacı" nı görmeye gelenleri mi ararsınız?
Rockefeller buz pateninde, kaymak için sıra bekleyenleri mi ararsınız?
Büyük mağazaların, christmas artı yeni yıl için, vitrinde yarattıkları görsel çılgınlığı detaylıca izlemek için sıraya girenleri mi ararsınız ?
Ve sıra derken, beş-on kişilik sıralardan bahsetmiyorum, en azından bir saat beklemeniz gereken sıralardan bahsediyorum...
Havanında, kar havası olduğunu unutmayın...
Dün biz de gittik, bir görelim meşhur ağacımızı diye ama 5.Cadde ile 49.sokakta, kaldırım trafiği üstümüze üstümüze gelince, dört bir yandan Rusça, İspanyolca, İtalyanca, Türkçe, Yunanca ve her türlü değişik dilce duymaya başladığımızda, Volkan "imdat" durumuna geçmişti...
Benim tek düşündüğüm ve dilediğim “Türkiye’me de böylesine bir turist bolluğu... ama böylesine harcamaya istekli olannn cinsindenn“di…
Aslında haklarını vermek lazım.
Olay ne sıra, ne soğuk, ne baş döndürücü vitrinler, ne de şehrin göbeğine kurdukları ışıl ışıl yanan çam ağacı...
Bütün olay; tüm şehrin içine yaydıkları inanılmaz enerji...
Mutluluk yayan, umutlandıran, herkesi biraraya toplayan bir enerji...
Üzerinizde kalın montlarınız, kafanızda bereleriniz, kıpkırmızı olmuş burnunuz ve elinizden düşüremediğiniz sıcak (gingerbread latte) kahvenizle, her köşeden yayılan yeni yıl müziklerini duyuyorsanız, yürümeyen kaldırımda birden yanınızda “Noel Baba” beliriyorsa, ne kadar beyaz sakalın altındakinin Jack, John ya da Jo olduğunu bilseniz de, yüzünüzde bir gülücük oluşuyorsa ve en önemlisi bir çam ağacını görmek için, bir saat donarak beklemeye dünden razı oluyorsanız, işte bilin ki o zaman New York’dasınız…
Ve yapmanız gereken tek şey, herkesin, buraya gelen herrr bir kimsenin yaptığı gibi, titrettirici soğuğa karşı durup, sevdiklerinize sımsıkı sarılıp, diliniz her neceyse, o dilden alabildiğine dilek üstüne dilek tutmak...
Tıpkı, dün benim yanımda beliren Noel Baba’nın söylediği gibi;
“Keep Wishin”, “Seguid Deseando”, “Wunscht weiter”, “Desirez, toujours“
Dilemeye devam…
Ceyla Gökahmetoğlu Gülboy
08.12.2009
Ama, özellikle "tatil sezonunda" öyle bir doluyor ki, kelimenin tam anlamıyla yürüyemiyorsunuz sokaklarda...
Özellikle 5. Cadde'de...
Herkes sanki sözleşmiş gibi yürüyememek için burada buluşuyor.
Dün onu konuşuyorduk , neden Madison Avenue değil de , 5.cadde?..
Cevap çabuk çıktı.
Meşhur Rockefeller binasının önüne dikilen 30 metre boyundaki geleneksel "çam ağacı" nı görmeye gelenleri mi ararsınız?
Rockefeller buz pateninde, kaymak için sıra bekleyenleri mi ararsınız?
Büyük mağazaların, christmas artı yeni yıl için, vitrinde yarattıkları görsel çılgınlığı detaylıca izlemek için sıraya girenleri mi ararsınız ?
Ve sıra derken, beş-on kişilik sıralardan bahsetmiyorum, en azından bir saat beklemeniz gereken sıralardan bahsediyorum...
Havanında, kar havası olduğunu unutmayın...
Dün biz de gittik, bir görelim meşhur ağacımızı diye ama 5.Cadde ile 49.sokakta, kaldırım trafiği üstümüze üstümüze gelince, dört bir yandan Rusça, İspanyolca, İtalyanca, Türkçe, Yunanca ve her türlü değişik dilce duymaya başladığımızda, Volkan "imdat" durumuna geçmişti...
Benim tek düşündüğüm ve dilediğim “Türkiye’me de böylesine bir turist bolluğu... ama böylesine harcamaya istekli olannn cinsindenn“di…
Aslında haklarını vermek lazım.
Olay ne sıra, ne soğuk, ne baş döndürücü vitrinler, ne de şehrin göbeğine kurdukları ışıl ışıl yanan çam ağacı...
Bütün olay; tüm şehrin içine yaydıkları inanılmaz enerji...
Mutluluk yayan, umutlandıran, herkesi biraraya toplayan bir enerji...
Üzerinizde kalın montlarınız, kafanızda bereleriniz, kıpkırmızı olmuş burnunuz ve elinizden düşüremediğiniz sıcak (gingerbread latte) kahvenizle, her köşeden yayılan yeni yıl müziklerini duyuyorsanız, yürümeyen kaldırımda birden yanınızda “Noel Baba” beliriyorsa, ne kadar beyaz sakalın altındakinin Jack, John ya da Jo olduğunu bilseniz de, yüzünüzde bir gülücük oluşuyorsa ve en önemlisi bir çam ağacını görmek için, bir saat donarak beklemeye dünden razı oluyorsanız, işte bilin ki o zaman New York’dasınız…
Ve yapmanız gereken tek şey, herkesin, buraya gelen herrr bir kimsenin yaptığı gibi, titrettirici soğuğa karşı durup, sevdiklerinize sımsıkı sarılıp, diliniz her neceyse, o dilden alabildiğine dilek üstüne dilek tutmak...
Tıpkı, dün benim yanımda beliren Noel Baba’nın söylediği gibi;
“Keep Wishin”, “Seguid Deseando”, “Wunscht weiter”, “Desirez, toujours“
Dilemeye devam…
Ceyla Gökahmetoğlu Gülboy
08.12.2009
Abercrombie&Fitch ve kirmizi halisi ..
Haftanın dört günü; egzersiz tutkum – Fizik 57’den çıkıp , eve yürüyorum...
Bu da demek oluyor ki; haftanın dört günü, 5.Cadde'den yürüyorum... Ve aklınıza gelebilecek her dev markanın önünden geçiyorum... Versace, Bulgari, Van Cleef&Arpels, Henry Bendel, Louis Vuitton, Fendi, Bergdorf Goodman, Saks Fifth, aklınıza ne geliyorsa…
Ama, önünden geçerken her seferinde “Nasıl yani?“ ya da “Hala mı?“ deyip gülerek geçtiğim tek marka; Abercrombie&Fitch oluyor...
Bugün önünden geçerken gördüm; kırmızı halıyı ve kuşaklı demirleri ayırdedici olsun diye koyarak müşterilerini kaldırımda sıraya sokmuş...
Yaklaşık 150 kişilik bir sıra vardı kaldırımda...
Tekrar tekrar dönüp bakıyorsunuz, bu insanlar, hiç de sıcak olmayan bu havada gerçekten bu mağazaya girmek için mi bekliyor diye...
Sırada çoğunlukla çocuklarının zoruyla sıraya girmiş anneler de var tabii...
Abercrombie’nin büyük hit olmasının sebebi; 15 yaş ile 20 yaş arasındaki Amerikan gençliğidir...
Dikkatlice baktığınızda; ben Amerika’ya geldiğimden beri yani, 2003 yılından itibaren koleksiyonlarında hiç bir değişme olmadı, olmayacak da.. Koleksiyonu, bildiğiniz polo shirtlerden; t-shirtlerden, sweatshirtlerden, blue jeanlerden ve araya serpiştirdikleri kürklü montlar, kabanlar ve kabarık yeleklerden oluşan bir renk cümbüşü... Her sene aynı koleksiyon...
Fiyatlarına gelince; sunduğu koleksiyona göre çok fazla olan fiyatlar…
Başka şartlarda; sıradan bir marka olmaya aday olan bu marka, çok ama çok doğru bir pazarlamayla, bugün 150 kişiyi kaldırımında sıraya sokuyor...
En bariz noktalarıyla; bugüne kadar girdiğim her mağazasında çalan, sizi bir şekilde içinde bulunduğunuz “mood”dan anında alıp bambaşka bir “mood”a sokan, yüksekk ama oldukça yüksek sesli, disko müziği...
Bünyesinde sadece ama sadece çokk yakışıklı ya da çook güzel, mankenlere taş çıkartmaya aday gençler çalıştırması…
Benim sadece 5.CADDE mağazasında gördüğüm; müşterilerini, kapıda üstü çıplak, altında blue jean’li aşırı yakışıklı gençlerle karşılaması ve elinde kameralarla gelen müşterilerine tek ya da birlikte poz vermeleri...
Ve en vurucu olanı, kafalarına taktılar mı; ne yapıp edip annelerine 50 dolarlık t-shirtleri aldırmayı sanat haline getirmiş 15 yaşı kendilerine hedef kitlesi olarak seçmeleri…
Ne diyelim; Allah herkese böylesine sadık müşteriler versin…
Kaldırımlarda sıraya gözü kapalı girmeye razı olanından…
Yeter ki versin; kırmızı halı hemen gelir o zaman!
Ceyla Gökahmetoğlu Gülboy
16.04.2009
Bu da demek oluyor ki; haftanın dört günü, 5.Cadde'den yürüyorum... Ve aklınıza gelebilecek her dev markanın önünden geçiyorum... Versace, Bulgari, Van Cleef&Arpels, Henry Bendel, Louis Vuitton, Fendi, Bergdorf Goodman, Saks Fifth, aklınıza ne geliyorsa…
Ama, önünden geçerken her seferinde “Nasıl yani?“ ya da “Hala mı?“ deyip gülerek geçtiğim tek marka; Abercrombie&Fitch oluyor...
Bugün önünden geçerken gördüm; kırmızı halıyı ve kuşaklı demirleri ayırdedici olsun diye koyarak müşterilerini kaldırımda sıraya sokmuş...
Yaklaşık 150 kişilik bir sıra vardı kaldırımda...
Tekrar tekrar dönüp bakıyorsunuz, bu insanlar, hiç de sıcak olmayan bu havada gerçekten bu mağazaya girmek için mi bekliyor diye...
Sırada çoğunlukla çocuklarının zoruyla sıraya girmiş anneler de var tabii...
Abercrombie’nin büyük hit olmasının sebebi; 15 yaş ile 20 yaş arasındaki Amerikan gençliğidir...
Dikkatlice baktığınızda; ben Amerika’ya geldiğimden beri yani, 2003 yılından itibaren koleksiyonlarında hiç bir değişme olmadı, olmayacak da.. Koleksiyonu, bildiğiniz polo shirtlerden; t-shirtlerden, sweatshirtlerden, blue jeanlerden ve araya serpiştirdikleri kürklü montlar, kabanlar ve kabarık yeleklerden oluşan bir renk cümbüşü... Her sene aynı koleksiyon...
Fiyatlarına gelince; sunduğu koleksiyona göre çok fazla olan fiyatlar…
Başka şartlarda; sıradan bir marka olmaya aday olan bu marka, çok ama çok doğru bir pazarlamayla, bugün 150 kişiyi kaldırımında sıraya sokuyor...
En bariz noktalarıyla; bugüne kadar girdiğim her mağazasında çalan, sizi bir şekilde içinde bulunduğunuz “mood”dan anında alıp bambaşka bir “mood”a sokan, yüksekk ama oldukça yüksek sesli, disko müziği...
Bünyesinde sadece ama sadece çokk yakışıklı ya da çook güzel, mankenlere taş çıkartmaya aday gençler çalıştırması…
Benim sadece 5.CADDE mağazasında gördüğüm; müşterilerini, kapıda üstü çıplak, altında blue jean’li aşırı yakışıklı gençlerle karşılaması ve elinde kameralarla gelen müşterilerine tek ya da birlikte poz vermeleri...
Ve en vurucu olanı, kafalarına taktılar mı; ne yapıp edip annelerine 50 dolarlık t-shirtleri aldırmayı sanat haline getirmiş 15 yaşı kendilerine hedef kitlesi olarak seçmeleri…
Ne diyelim; Allah herkese böylesine sadık müşteriler versin…
Kaldırımlarda sıraya gözü kapalı girmeye razı olanından…
Yeter ki versin; kırmızı halı hemen gelir o zaman!
Ceyla Gökahmetoğlu Gülboy
16.04.2009
Bir iyi , bir kotu takintim ve NewYork ...
Bu aralar iki tane takıntım var...
Bir tanesi, ilk geldiğim günden beri taktığım “Çok hoş olmayan“ bir takıntı...
Diğer tanesi de, son zamanlarımın “en iyi“ takıntısı...
Physique 57, iyi tanem!
Fizik 57, NewYork’un yeni egzersiz trendlerinden biri.
57 dakika süren seans, balerinlerin ısınma şeklinin egzersize dönüştürülmüş hali…
Önce, 3 ve 5 kiloluk ağırlıklarla kol kasları çalıştırılıyor, sonrasında bar`lara tutunarak bacak kaslarınıza yönelik hareketlerle devam ediyor. Sonrasında minderlere geçilerek karın kasları çalıştırılıyor, ardından da gerinme hareketleriyle seans son buluyor.
Etkili mi, değil mi diye soran tüm arkadaşlarıma verdiğim cevabı sizlere de vermek istiyorum; “ ilk seansımın sonunda, yürüme mesafesiyle yarım saat olan evime, yaklaşık bir saat de yürümüşüm... Nedeni de, bacaklarımın tepeden tırnağa bir titreme içerisinde olması… Ben hayatımda, girdiğim hiç bir egzersiz seansından, böyle bir titremeyle çıktığımı hatırlamıyorum.
Yılmadan, ikinci seansa gittiğimde, yanımda yeni başlayan bir kız vardı ve abartmıyorum beş dakikada bir “You have got to be kidding me“ (Şaka yapıyor olmalısın) diyerek tepkisini belli ediyordu, yapılan hareketlere...
Tabi ben de; “Şakayı eve yürürken görürsün“ demeden geçemedim!!!
Gelelim diğer takıntıma;
NewYork’a geldiğimden beri, yazmayı hep ertelediğim bir konu...
Ertelememin nedeni de , belki bana denk geliyordur diyerek hep bir şans daha vermem...
Ama anlaşılmıştır ki, New York’da bir buçuk senesini dolduran biri olarak, artık gönül rahatlığıyla yazıya dökebilirim...
Yolda, iki blokda bir gördüğüm köpek-dışkısından artık midem bulanıyor...
Yanlış anlamayın, köpek milletine karşı hiç bir önyargım, düşmanlığım yok...
Sadece, arkalarında bıraktıklarıyla derdim...
Gerçi yine orada da suçlu , arkalarını toplamayanlardır muhakkak...
Ama, üstüne basmamak için sürekli önüme bakmaktan, NewYork’u kaçırıyor olmak, hiç hoşuma gitmiyor...
Çok da iyi biliyorum ki, er ya da geç bir tanesine basıcam… Gündüzleri 16 milyon insanın ve çoğunun pet`iyle dolaştığı kaldırımlarda, yer bulmaya çalışırken bir tanesinin beni tuzağa düşürme ihtimali çok da düşük olmasa gerek…
Bir de konuşurken dikkat edilmesi gereken bir konu, çünkü biliyorsunuz hayvan sahipleri ciddi anlamda alınıyorlar, petlerinin arkada bıraktıklarına laf ettiğiniz zaman... (?)
Bu konuda özel dikkat gösteren ben, geçenlerde birlikte yürüdüğüm (pet sahipli) arkadaşımın yanında, neredeyse bir tanesinin üzerine basacakken son anda hafif burkarak kurtardığım sol bacağımın acısıyla, kontrolümü kaybetmiş bir şekilde; “Nedirr bu saçmalıkk yaaa, Man-Hattan değil, Dog-Hattan demek lazım buraya!!!” diye haykırmışım.
Arkadaşımın, Man-Hattan yerine Dog-Hattan demek lazım buraya yorumuma verdiği cevap çok hoştu:
“I don`t see a difference at all“ yani, Türkçesiyle, hiç bir fark görmediğini söylemesi birçok erkeğin hoşuna gitmeyecek bir tepkiydi herhalde... Ama kim bilebilir ki, onun ya da onun gibi düşünen bayanlara bunu söylettireni ya da söylettirenleri!
Belki de, kimileri hak ediyordur böyle bir yorumu, değil mi ama??
N’apalım, alınmaca yok!!!
Ceyla Gökahmetoğlu Gülboy
07.03.2009
Bir tanesi, ilk geldiğim günden beri taktığım “Çok hoş olmayan“ bir takıntı...
Diğer tanesi de, son zamanlarımın “en iyi“ takıntısı...
Physique 57, iyi tanem!
Fizik 57, NewYork’un yeni egzersiz trendlerinden biri.
57 dakika süren seans, balerinlerin ısınma şeklinin egzersize dönüştürülmüş hali…
Önce, 3 ve 5 kiloluk ağırlıklarla kol kasları çalıştırılıyor, sonrasında bar`lara tutunarak bacak kaslarınıza yönelik hareketlerle devam ediyor. Sonrasında minderlere geçilerek karın kasları çalıştırılıyor, ardından da gerinme hareketleriyle seans son buluyor.
Etkili mi, değil mi diye soran tüm arkadaşlarıma verdiğim cevabı sizlere de vermek istiyorum; “ ilk seansımın sonunda, yürüme mesafesiyle yarım saat olan evime, yaklaşık bir saat de yürümüşüm... Nedeni de, bacaklarımın tepeden tırnağa bir titreme içerisinde olması… Ben hayatımda, girdiğim hiç bir egzersiz seansından, böyle bir titremeyle çıktığımı hatırlamıyorum.
Yılmadan, ikinci seansa gittiğimde, yanımda yeni başlayan bir kız vardı ve abartmıyorum beş dakikada bir “You have got to be kidding me“ (Şaka yapıyor olmalısın) diyerek tepkisini belli ediyordu, yapılan hareketlere...
Tabi ben de; “Şakayı eve yürürken görürsün“ demeden geçemedim!!!
Gelelim diğer takıntıma;
NewYork’a geldiğimden beri, yazmayı hep ertelediğim bir konu...
Ertelememin nedeni de , belki bana denk geliyordur diyerek hep bir şans daha vermem...
Ama anlaşılmıştır ki, New York’da bir buçuk senesini dolduran biri olarak, artık gönül rahatlığıyla yazıya dökebilirim...
Yolda, iki blokda bir gördüğüm köpek-dışkısından artık midem bulanıyor...
Yanlış anlamayın, köpek milletine karşı hiç bir önyargım, düşmanlığım yok...
Sadece, arkalarında bıraktıklarıyla derdim...
Gerçi yine orada da suçlu , arkalarını toplamayanlardır muhakkak...
Ama, üstüne basmamak için sürekli önüme bakmaktan, NewYork’u kaçırıyor olmak, hiç hoşuma gitmiyor...
Çok da iyi biliyorum ki, er ya da geç bir tanesine basıcam… Gündüzleri 16 milyon insanın ve çoğunun pet`iyle dolaştığı kaldırımlarda, yer bulmaya çalışırken bir tanesinin beni tuzağa düşürme ihtimali çok da düşük olmasa gerek…
Bir de konuşurken dikkat edilmesi gereken bir konu, çünkü biliyorsunuz hayvan sahipleri ciddi anlamda alınıyorlar, petlerinin arkada bıraktıklarına laf ettiğiniz zaman... (?)
Bu konuda özel dikkat gösteren ben, geçenlerde birlikte yürüdüğüm (pet sahipli) arkadaşımın yanında, neredeyse bir tanesinin üzerine basacakken son anda hafif burkarak kurtardığım sol bacağımın acısıyla, kontrolümü kaybetmiş bir şekilde; “Nedirr bu saçmalıkk yaaa, Man-Hattan değil, Dog-Hattan demek lazım buraya!!!” diye haykırmışım.
Arkadaşımın, Man-Hattan yerine Dog-Hattan demek lazım buraya yorumuma verdiği cevap çok hoştu:
“I don`t see a difference at all“ yani, Türkçesiyle, hiç bir fark görmediğini söylemesi birçok erkeğin hoşuna gitmeyecek bir tepkiydi herhalde... Ama kim bilebilir ki, onun ya da onun gibi düşünen bayanlara bunu söylettireni ya da söylettirenleri!
Belki de, kimileri hak ediyordur böyle bir yorumu, değil mi ama??
N’apalım, alınmaca yok!!!
Ceyla Gökahmetoğlu Gülboy
07.03.2009
NewYork Moment ...
NewYork’a geldiğimden beri, hep filmlerde bahsedilen “NewYork Moment”ların peşinde koşuyorum…
NewYork’a özel, NewYork’da görebileceğiniz ve esas önemli olan dünyanın çoğu yerinde garip karşılanacak olayların, sadece NewYork’da sıradan karşılandığı ve “NewYork Moment” diye geçtiği “an”lardan bahsediyorum...
Kimisinin bindiği, ağır köri kokan taksiler ve taksi şoförlerinin kulaklarında kulaklık, durmaksızın telefonla konuşup, çarpışan arabaları aratmayan araba kullanışları…
Kimisinin aklında kalan, Bryant Park`ın önünde, çıplak bir adamın boynuna astığı “Bush, artık tamamen çıplak kalma zamanı” yazan pankartla dolaşması...
Benim en sevdiklerimden bir tanesi de; Türkiye’den gelen arkadaşımın, soğuktan her yerini iyice sarıp, yolda dona dona yürürken, karşıdan, kot üzerine t-shirt’le gelen genç yakışıklı adamın “hadii ama, o kadar da soğuk değil!!” diyerek sevimli şekilde, yolun ortasında bağırması!
Kimisi için; Rockefeller Center’in önünde, Christmas Ağacı’nın ışıklarını, ilk kez yaktıkları an…
Kimisi için ise, çok klişe belki ama bir o kadar da klasik; Christmas zamanı yağan ilk kar…
İnsan öyle bir şartlanıyor ki, NewYork JFK havaalanına iner inmez, ardı ardına, “NewYork Anları"yaşamak istiyor...
Kulağa garip gelecek belki ama çoğu insan, NewYork’a, turistik yerlerini görmek ya da deliler gibi alışveriş yapmanın yanında; NewYork’un vurdumduymaz atmosferini yaşamaya geliyor...
NewYork’luların (NewYorker) da kabul ettiği bir gerçek var ki; hayat burada sanki hiç sonu gelmeyen film sahneleri gibi...
NewYork’a gelen her arkadaşım, “NewYork’da kendilerini hiç de yabancı gibi hissetmediklerini” söyleyip dururlar...
Hollywood sağolsun, öyle bir işliyor ki NewYork’u, ilk kez gelenler bile, sanki defalarca gelmişcesine, her yeri çok iyi biliyormuş gibi hissediyor…
Ama gerçek NewYorkluların çizdiği ince bir çizgi vardır; NewYorker (NewYorklu) sıfatını alabilmek için, ya doğma büyüme NewYorklu olmanız gerekir ya da en az 10 sene NewYork’un havasını koklamanız gerekir. Bu açıklamanın dışındaki herkes, onlar için Holly-NewYorker’dır (Hollywood’dan görme NewYorklu).
Ben de, aynı şekilde bir buçuk senemi dolduran bir NewYorklu adayı olarak; şehrin havasını koklayıp, sürekli bir “NewYork Anı”nın peşinde koşuyorum....
Tam koşmayı bıraktığımda da, yakalıyorum…
Beni ilk şaşkına çeviren “NewYork Anları"dan biri; Park Avenue’da, elimde yeni aldığım kitaplarımla yürürken Lever House’ın içinde yer alan sergidir.
Sanatçı Richard Dupont’un, çıplak erkek figürlerinden oluşan sergisi.
Sergiyi bir sokak ötesinde farketmiştim... Ama gözlerim çok da iyi görmemiştir herhalde diye, gözlerimi kocaman açmıştım... Tam önüne doğru yaklaşırken içimden “hadi canımm” dedim...
Lever House’ın giriş katında, çıplak erkek manken sergisi...
Çırılçıplak erkek manken sergisi...
Özelliği, camları öyle bir ayarlamışlar ki, her açıdan, farklı büyüklükte gözüküyordu erkek mankenler... Pardon, çırılçıplak erkek mankenler…
"İlk NewYork Anımdı" diyip diyemeyeceğimi bilemeyeceğim ama yandığım tek nokta, nasıl olur da yakınına kadar gidip, iyice bakamamam oldu.
Herhalde “utanma genimden” olacak ki, kafamı çevirmekle yetindim...
Bacaklarım adımlarını hızlı hızlı atmaya çalışıyordu ama o an “saçmalama" diyen iç sesimi dinleyip, ilk “NewYork Anı”mın tadını çıkardım...
Neredeyse, 180 derece dönmüş boynumla!!!!!...
Ceyla Gökahmetoğlu Gülboy
05.02.2009
NewYork’a özel, NewYork’da görebileceğiniz ve esas önemli olan dünyanın çoğu yerinde garip karşılanacak olayların, sadece NewYork’da sıradan karşılandığı ve “NewYork Moment” diye geçtiği “an”lardan bahsediyorum...
Kimisinin bindiği, ağır köri kokan taksiler ve taksi şoförlerinin kulaklarında kulaklık, durmaksızın telefonla konuşup, çarpışan arabaları aratmayan araba kullanışları…
Kimisinin aklında kalan, Bryant Park`ın önünde, çıplak bir adamın boynuna astığı “Bush, artık tamamen çıplak kalma zamanı” yazan pankartla dolaşması...
Benim en sevdiklerimden bir tanesi de; Türkiye’den gelen arkadaşımın, soğuktan her yerini iyice sarıp, yolda dona dona yürürken, karşıdan, kot üzerine t-shirt’le gelen genç yakışıklı adamın “hadii ama, o kadar da soğuk değil!!” diyerek sevimli şekilde, yolun ortasında bağırması!
Kimisi için; Rockefeller Center’in önünde, Christmas Ağacı’nın ışıklarını, ilk kez yaktıkları an…
Kimisi için ise, çok klişe belki ama bir o kadar da klasik; Christmas zamanı yağan ilk kar…
İnsan öyle bir şartlanıyor ki, NewYork JFK havaalanına iner inmez, ardı ardına, “NewYork Anları"yaşamak istiyor...
Kulağa garip gelecek belki ama çoğu insan, NewYork’a, turistik yerlerini görmek ya da deliler gibi alışveriş yapmanın yanında; NewYork’un vurdumduymaz atmosferini yaşamaya geliyor...
NewYork’luların (NewYorker) da kabul ettiği bir gerçek var ki; hayat burada sanki hiç sonu gelmeyen film sahneleri gibi...
NewYork’a gelen her arkadaşım, “NewYork’da kendilerini hiç de yabancı gibi hissetmediklerini” söyleyip dururlar...
Hollywood sağolsun, öyle bir işliyor ki NewYork’u, ilk kez gelenler bile, sanki defalarca gelmişcesine, her yeri çok iyi biliyormuş gibi hissediyor…
Ama gerçek NewYorkluların çizdiği ince bir çizgi vardır; NewYorker (NewYorklu) sıfatını alabilmek için, ya doğma büyüme NewYorklu olmanız gerekir ya da en az 10 sene NewYork’un havasını koklamanız gerekir. Bu açıklamanın dışındaki herkes, onlar için Holly-NewYorker’dır (Hollywood’dan görme NewYorklu).
Ben de, aynı şekilde bir buçuk senemi dolduran bir NewYorklu adayı olarak; şehrin havasını koklayıp, sürekli bir “NewYork Anı”nın peşinde koşuyorum....
Tam koşmayı bıraktığımda da, yakalıyorum…
Beni ilk şaşkına çeviren “NewYork Anları"dan biri; Park Avenue’da, elimde yeni aldığım kitaplarımla yürürken Lever House’ın içinde yer alan sergidir.
Sanatçı Richard Dupont’un, çıplak erkek figürlerinden oluşan sergisi.
Sergiyi bir sokak ötesinde farketmiştim... Ama gözlerim çok da iyi görmemiştir herhalde diye, gözlerimi kocaman açmıştım... Tam önüne doğru yaklaşırken içimden “hadi canımm” dedim...
Lever House’ın giriş katında, çıplak erkek manken sergisi...
Çırılçıplak erkek manken sergisi...
Özelliği, camları öyle bir ayarlamışlar ki, her açıdan, farklı büyüklükte gözüküyordu erkek mankenler... Pardon, çırılçıplak erkek mankenler…
"İlk NewYork Anımdı" diyip diyemeyeceğimi bilemeyeceğim ama yandığım tek nokta, nasıl olur da yakınına kadar gidip, iyice bakamamam oldu.
Herhalde “utanma genimden” olacak ki, kafamı çevirmekle yetindim...
Bacaklarım adımlarını hızlı hızlı atmaya çalışıyordu ama o an “saçmalama" diyen iç sesimi dinleyip, ilk “NewYork Anı”mın tadını çıkardım...
Neredeyse, 180 derece dönmüş boynumla!!!!!...
Ceyla Gökahmetoğlu Gülboy
05.02.2009
18 yil sonra, hala "Seinfeld"
Seinfeld’le ilk tanışmamı çok iyi hatırlıyorum. Yüksek lisansımı yapmak için, Amerika’ya gelmiştim.
18 yıl sonra hala Seinfeld !
Seinfeld’le ilk tanışmamı çok iyi hatırlıyorum.
Yüksek lisansımı yapmak için, Amerika’ya gelmiştim.
Abim, sudan çıkmış balığa dönmemi engellemek ve bana yardımcı olmak için benimle gelmişti.
Boston’da okuduğu için, her yeri çok iyi biliyordu.
Gelmek için, elimden geleni arkama koymamıştım.
Evden ilk ayrılışım değildi, üniversiteyi Bilkent’de okumuştum ama ülkeden o kadar uzun zaman ilk ayrılışımdı.
Boston’a indiğimiz an, kendimi dünyanın merkezinde hissetmeye başlamıştım bile.
Abimle, Boston zaten, Bostancı gibiydi !
Evimi tutup, eşyalarımı aldık, yerleştirdik.
İki hafta, dolu dolu gezdik, ortama alıştım.
Ve derken, abimin geri dönme zamanı gelmişti.
Havaalanına gitmedim.
Sadece, asansöre uğurladım .
O anki, yüz ifademi bugünkü gibi hatırlıyorum; “Hiç sorun yok, herşey kontrolüm altında” yüz ifademi.
Kapıyı kapattığım an, içimi garip bir korku sarmadı desem yalan söylemiş olurum.
Korku doğru kelime mi, bilemiyorum aslında.
Stüdyo dairemde, etrafa bakıp, çok severek aldığımız Amerikan Stili, kocaman puf kanepeye oturup, televizyon kumandasını elime aldım ve ilk çıkan kanalda karşımda Seinfeld’i buldum…
O an için, gülmek, hiç içimden geçmiyordu tabi.
Ama kim Jerry - George - Kramer - Elaine dörtlüsüne tepkisiz kalabilirdi ki ?
Gülmeyi bırakın, kahkalara boğan bir televizyon klasiğinden bahsediyoruz.
1990’da yayına girdiğinden beri, reytingleri alt-üst eden bir televizyon dizisi, Seinfeld!
Yayınlandığı dokuz sene boyunca, bu projeye elini değdiren herkesi, hem zengin hem de ünlü isimlere dönüsturmüş bir dizi.
Golden Globe, Emmy Awards, People’s Choice “Outstanding Comedy Series” Award, Screen Actors Guild Awards, Directors of Guild America dahil olmak üzere yirmi dalda ödül almış ve yine bu ödülleri de kapsayan altmış farklı ödüle aday gösterilmiş, bir televizyon efsanesi.
Toplam dvd`lerinin, hala daha 70 dolar ile 100 dolar arasında satışa sunulduğundan bahsetmek bile Seinfeld-mania’nın ne derece etkili olduğunu göstermeye yeter.
NBC’nin, yayından kalkmaması için, her türlü girişimi yapmasına rağmen, Jerry Seinfeld, kalpleri kıran bir kararlılıkla, 1999 yılında, son verme kararı almış, Seinfeld’e.
Guinness Rekorlar kitabında da bulabilirsiniz; NBC’nin seri (episode) başına 5 milyon dolar teklif etmesine rağmen, Seinfeld yayın hayatına veda etmiş.
Televizyon dizileri tarihinde, seri başına teklif edilmiş, en büyük miktarı geri çevirmekle doğru mu yapmıştır Jerry Seinfeld?
Tartışılır…
Ama , benim gördüğüm , yayın hayatından kalkalı dokuz sene olmasına rağmen, her gün akşamüstü 19:30 da üst üste iki bölüm ve gece yatmadan önce 11:30 da bir bölüm, haftanın yedi günü yayınlanmaya devam etmektedir .
“Re-run” dedikleri, dizinin yayından kalkmasına rağmen hala tekrarlarının yayınlanması denen şey !
Ve gelişmiş ülkelerdeki, telif haklarının doğru şekilde işlemesi sağolsun ki, Seinfeld ekibi, her tekrar yayınlanışta servetlerine servet katmaya devam etmektedir.
Jerry Seinfeld’in, Forbes dergisinin, 2007 yılında yaptığı araştırmaya göre, televizyonun en çok kazanan isimleri listesinde, ikinci sırada yer alması, telif haklarının ne derece iyi işlediğini göstermeye yeter herhalde. Birinci sırada, yılda 200 milyon dolarla yer alan isim Oprah Winfrey. İkinci sırada, Seinfeld’in yaratıcısı ve oyuncusu, Jerry Seinfeld, yılda 60 milyon dolarla yer alıyor.
Bu noktada, yine aynı soru geliyor insanın aklına?
Şu an yayında olsaydı, kaç para kazanırdı Seinfeld ekibi ?
Doğru zamanda bırakmayıp, devam etselerdi, belki de dizi havasını kaybedecek ve gözden düşecekti.
Ama zirvedeyken ayrılıp, kelimenin tam anlamıyla, kalpleri öyle bir kırdı ki; dokuz sene sonra bile yayınlanan tekrarlarıyla, kırılan kalpleri onarmaya çalışıyor...
Tıpkı, her kalp doktoru gibi de, mükafatını fazla fazla alıyor, diyebiliriz...
Ceyla Gökahmetoğlu Gülboy
26 Aralık 2008
18 yıl sonra hala Seinfeld !
Seinfeld’le ilk tanışmamı çok iyi hatırlıyorum.
Yüksek lisansımı yapmak için, Amerika’ya gelmiştim.
Abim, sudan çıkmış balığa dönmemi engellemek ve bana yardımcı olmak için benimle gelmişti.
Boston’da okuduğu için, her yeri çok iyi biliyordu.
Gelmek için, elimden geleni arkama koymamıştım.
Evden ilk ayrılışım değildi, üniversiteyi Bilkent’de okumuştum ama ülkeden o kadar uzun zaman ilk ayrılışımdı.
Boston’a indiğimiz an, kendimi dünyanın merkezinde hissetmeye başlamıştım bile.
Abimle, Boston zaten, Bostancı gibiydi !
Evimi tutup, eşyalarımı aldık, yerleştirdik.
İki hafta, dolu dolu gezdik, ortama alıştım.
Ve derken, abimin geri dönme zamanı gelmişti.
Havaalanına gitmedim.
Sadece, asansöre uğurladım .
O anki, yüz ifademi bugünkü gibi hatırlıyorum; “Hiç sorun yok, herşey kontrolüm altında” yüz ifademi.
Kapıyı kapattığım an, içimi garip bir korku sarmadı desem yalan söylemiş olurum.
Korku doğru kelime mi, bilemiyorum aslında.
Stüdyo dairemde, etrafa bakıp, çok severek aldığımız Amerikan Stili, kocaman puf kanepeye oturup, televizyon kumandasını elime aldım ve ilk çıkan kanalda karşımda Seinfeld’i buldum…
O an için, gülmek, hiç içimden geçmiyordu tabi.
Ama kim Jerry - George - Kramer - Elaine dörtlüsüne tepkisiz kalabilirdi ki ?
Gülmeyi bırakın, kahkalara boğan bir televizyon klasiğinden bahsediyoruz.
1990’da yayına girdiğinden beri, reytingleri alt-üst eden bir televizyon dizisi, Seinfeld!
Yayınlandığı dokuz sene boyunca, bu projeye elini değdiren herkesi, hem zengin hem de ünlü isimlere dönüsturmüş bir dizi.
Golden Globe, Emmy Awards, People’s Choice “Outstanding Comedy Series” Award, Screen Actors Guild Awards, Directors of Guild America dahil olmak üzere yirmi dalda ödül almış ve yine bu ödülleri de kapsayan altmış farklı ödüle aday gösterilmiş, bir televizyon efsanesi.
Toplam dvd`lerinin, hala daha 70 dolar ile 100 dolar arasında satışa sunulduğundan bahsetmek bile Seinfeld-mania’nın ne derece etkili olduğunu göstermeye yeter.
NBC’nin, yayından kalkmaması için, her türlü girişimi yapmasına rağmen, Jerry Seinfeld, kalpleri kıran bir kararlılıkla, 1999 yılında, son verme kararı almış, Seinfeld’e.
Guinness Rekorlar kitabında da bulabilirsiniz; NBC’nin seri (episode) başına 5 milyon dolar teklif etmesine rağmen, Seinfeld yayın hayatına veda etmiş.
Televizyon dizileri tarihinde, seri başına teklif edilmiş, en büyük miktarı geri çevirmekle doğru mu yapmıştır Jerry Seinfeld?
Tartışılır…
Ama , benim gördüğüm , yayın hayatından kalkalı dokuz sene olmasına rağmen, her gün akşamüstü 19:30 da üst üste iki bölüm ve gece yatmadan önce 11:30 da bir bölüm, haftanın yedi günü yayınlanmaya devam etmektedir .
“Re-run” dedikleri, dizinin yayından kalkmasına rağmen hala tekrarlarının yayınlanması denen şey !
Ve gelişmiş ülkelerdeki, telif haklarının doğru şekilde işlemesi sağolsun ki, Seinfeld ekibi, her tekrar yayınlanışta servetlerine servet katmaya devam etmektedir.
Jerry Seinfeld’in, Forbes dergisinin, 2007 yılında yaptığı araştırmaya göre, televizyonun en çok kazanan isimleri listesinde, ikinci sırada yer alması, telif haklarının ne derece iyi işlediğini göstermeye yeter herhalde. Birinci sırada, yılda 200 milyon dolarla yer alan isim Oprah Winfrey. İkinci sırada, Seinfeld’in yaratıcısı ve oyuncusu, Jerry Seinfeld, yılda 60 milyon dolarla yer alıyor.
Bu noktada, yine aynı soru geliyor insanın aklına?
Şu an yayında olsaydı, kaç para kazanırdı Seinfeld ekibi ?
Doğru zamanda bırakmayıp, devam etselerdi, belki de dizi havasını kaybedecek ve gözden düşecekti.
Ama zirvedeyken ayrılıp, kelimenin tam anlamıyla, kalpleri öyle bir kırdı ki; dokuz sene sonra bile yayınlanan tekrarlarıyla, kırılan kalpleri onarmaya çalışıyor...
Tıpkı, her kalp doktoru gibi de, mükafatını fazla fazla alıyor, diyebiliriz...
Ceyla Gökahmetoğlu Gülboy
26 Aralık 2008
Barack Obama: ya "hero"olacak, ya da "zero"..
NewYork’da yaşayan biri olarak, Obama’nın seçimleri kazandığının ertesi günü, etkileri ve tepkileri yazmam gerekirdi… Ama, inanın öyle bir atmosfer oluştu ki; sadece başımı döndürmekle kalmadı; sanırım biraz kelimeleri de dondurdu
Amerika’nın en güçlü medya-bayanı Oprah Winfrey’nin, yine sonuçların açıklandığı gece; kalabalık içerisinde hiç tanımadığı bir beyin omzuna dayanarak, gözünden yaşlar akarak, Obama’nın konuşmasını dinlemesi de bir o kadar etkileyeciydi tabi…
Seçimlerin sonuçlandığı gece, Obama’nın ilk konuşmasını yaptığı kalabalığı izlerken duygulanmamak imkansızdı.
Sevinç gözyaşlarına bulanmayan bir kişi yoktu.
Beyazı, siyahisi, latini, asyalısı, hintlisi; ırk–dil–din gözetmeksizin aynı çoskuyu paylaşıyordu.
Yılların getirdigi bir bastırılmışlığın, dışarıya böylesine bir zaferle çıkması, ancak bu kadar etkileyici olabilirdi diye düşünüyorum...
Barack Obama, bu yarışa başladığı ilk andan beri; “Değişim” (Change) sloganıyla çıktı Amerikan halkının karşısına...
Hatta, tüm dünyanın karşısına…
Dediği gibi, herkesin hayal ettiği ama inanamadığı bir değişimle birlikte seçildi...
Hala daha televizyonda farklı farklı kişilere soruyorlar; “Ne hissettiniz, Barack Obama’nın kazandığını duyunca?” diye. Verilen cevapların arasında en dikkat çekici olan; “Sevinç çığlıkları atarken dahi inanmakta zorluk çekiyordum, böylesine bir değişim olabilir mi!” diye.
Beni en çok duygulandıran, yorumlardan biri de, Senato’nun siyahi temsilcilerinden birinin tüm içtenlikle söyledikleriydi.
“Obama’dan önce, çocuklarıma, inanmayarak söylediğim sadece tek bir şey vardı… Ama Obama’dan sonra; artık inancım tam. Çocuklarımın yüzüne bakarak; ne isterseniz yapabilirsiniz, ne isterseniz ‘O’ olabilirsiniz diyebiliyorum.“
Öylesine günlerden geçiyor ki Amerika, hem ekonomik olarak hem de piskolojik olarak krizleri geride bırakmak için çalışıyor.
Hepimizin, günde en az 10 kere duymaya alıştığı gibi, “Her kriz bir fırsattır” lafı, en çok Obama için geçerli olacak diye düşünüyorum.
Amerika’nın başına geçmiş, son 50 yılın en kötü başkanı olarak anılmaya aday George W. Bush’dan, geride bıraktığı tüm sorunlarla birlikte bir ülkeyi devralacak.
Nasıl bir fırsat bu derseniz?
Düşünürseniz, herşeyin düzgün gittiği bir sistemi devraldığınızda, sistemi bozma şansınız, geliştirme şansınızdan çok daha fazla.
Ama, bozuk bir sistemi aldığınız da, kahraman olma şansınız çok daha fazla!
İşleri daha da kötüye götürürseniz de, her zaman için “Baştan neyi devraldığımızı hayal bile edemezsiniz“ deyip, suçu oncekilere atabilirsiniz...
Ama, yaptıkları, söyledikleri, kampanyanın başından beri ortaya koyduğu performansıyla, karizmasıyla, inandıkları ve inandıklarını savunma şekliyle, ne kadar kararlı bir başkan olabileceğini çoktan kanıtlayan bir “Başkan” seçti kendisine Amerikan halkı...
Öyle ki, Ocak’ta başlaması gereken görevine, daha önce gelmesini isteyecek kadar çok güveniyor yeni başkanına Amerikan halkı ve Amerikan ekonomisi...
Kabul ederseniz ki, herkesin bir an önce etkisini gösterecek bir ‘Degişim’e ve ‘Kahraman’a ihtiyacı var.
Hem bugünü hem de yarını kurtaracak olan bir kahramana!
Ceyla Gökahmetoğlu Gülboy
26.11.2008
Amerika’nın en güçlü medya-bayanı Oprah Winfrey’nin, yine sonuçların açıklandığı gece; kalabalık içerisinde hiç tanımadığı bir beyin omzuna dayanarak, gözünden yaşlar akarak, Obama’nın konuşmasını dinlemesi de bir o kadar etkileyeciydi tabi…
Seçimlerin sonuçlandığı gece, Obama’nın ilk konuşmasını yaptığı kalabalığı izlerken duygulanmamak imkansızdı.
Sevinç gözyaşlarına bulanmayan bir kişi yoktu.
Beyazı, siyahisi, latini, asyalısı, hintlisi; ırk–dil–din gözetmeksizin aynı çoskuyu paylaşıyordu.
Yılların getirdigi bir bastırılmışlığın, dışarıya böylesine bir zaferle çıkması, ancak bu kadar etkileyici olabilirdi diye düşünüyorum...
Barack Obama, bu yarışa başladığı ilk andan beri; “Değişim” (Change) sloganıyla çıktı Amerikan halkının karşısına...
Hatta, tüm dünyanın karşısına…
Dediği gibi, herkesin hayal ettiği ama inanamadığı bir değişimle birlikte seçildi...
Hala daha televizyonda farklı farklı kişilere soruyorlar; “Ne hissettiniz, Barack Obama’nın kazandığını duyunca?” diye. Verilen cevapların arasında en dikkat çekici olan; “Sevinç çığlıkları atarken dahi inanmakta zorluk çekiyordum, böylesine bir değişim olabilir mi!” diye.
Beni en çok duygulandıran, yorumlardan biri de, Senato’nun siyahi temsilcilerinden birinin tüm içtenlikle söyledikleriydi.
“Obama’dan önce, çocuklarıma, inanmayarak söylediğim sadece tek bir şey vardı… Ama Obama’dan sonra; artık inancım tam. Çocuklarımın yüzüne bakarak; ne isterseniz yapabilirsiniz, ne isterseniz ‘O’ olabilirsiniz diyebiliyorum.“
Öylesine günlerden geçiyor ki Amerika, hem ekonomik olarak hem de piskolojik olarak krizleri geride bırakmak için çalışıyor.
Hepimizin, günde en az 10 kere duymaya alıştığı gibi, “Her kriz bir fırsattır” lafı, en çok Obama için geçerli olacak diye düşünüyorum.
Amerika’nın başına geçmiş, son 50 yılın en kötü başkanı olarak anılmaya aday George W. Bush’dan, geride bıraktığı tüm sorunlarla birlikte bir ülkeyi devralacak.
Nasıl bir fırsat bu derseniz?
Düşünürseniz, herşeyin düzgün gittiği bir sistemi devraldığınızda, sistemi bozma şansınız, geliştirme şansınızdan çok daha fazla.
Ama, bozuk bir sistemi aldığınız da, kahraman olma şansınız çok daha fazla!
İşleri daha da kötüye götürürseniz de, her zaman için “Baştan neyi devraldığımızı hayal bile edemezsiniz“ deyip, suçu oncekilere atabilirsiniz...
Ama, yaptıkları, söyledikleri, kampanyanın başından beri ortaya koyduğu performansıyla, karizmasıyla, inandıkları ve inandıklarını savunma şekliyle, ne kadar kararlı bir başkan olabileceğini çoktan kanıtlayan bir “Başkan” seçti kendisine Amerikan halkı...
Öyle ki, Ocak’ta başlaması gereken görevine, daha önce gelmesini isteyecek kadar çok güveniyor yeni başkanına Amerikan halkı ve Amerikan ekonomisi...
Kabul ederseniz ki, herkesin bir an önce etkisini gösterecek bir ‘Degişim’e ve ‘Kahraman’a ihtiyacı var.
Hem bugünü hem de yarını kurtaracak olan bir kahramana!
Ceyla Gökahmetoğlu Gülboy
26.11.2008
Yumurta Krizi ...
Uzun bir tatilden sonra NewYork insana, ilaç gibi geliyor... Ama yavaş yavaş etkisini gösteren bir ilaç gibi değil… Birden, şok etkisi yaratıp kendine getiren ilaçlardan!
Bu aralar, en büyük olayımız tahmin edeceğiniz üzere: Krizimiz!
Ekonomik Kriz!..
İlk geldiğimde, resmen bir hafta NBC ile yatıp, NBC ile uyandım...
Kriz hemen bir günde kopmadı tabi, ama en tavana vurduğu sıralarda, NBC’de sanki “action-film“ izler gibi izliyordum… Die Hard 4!
Ne zaman ki, kriz sokaktaki yüzlere, konuşmalara vurdu, o zaman tedirginlik ve panik de beraberinde geldi...
Bazı Amerika’lı arkadaşlarımız, depresyona girmiş bile; sanmışlar ki büyük Amerikan ekonomisi ve sistemi çöküyor... (Ki, bir süreliğine işler iyice kontrolden çıkmıştı...)
Ekonomik Kriz, Politik Kriz, Bush Krizi…
Anlayacağınız geldiğimden beri, çok da Türkiye’den getirmiş olduğum; rahatlama ve yavaşlamaya sahip çıkamadım… Bir anda kendime geldim!
Aaaa, unutmadan bir de geçen hafta üç cift yaşadığımız bir Yumurta Krizi var ki, ona da değinmeden geçemeyeceğim...
NewYork’da her sene düzenlenen; Türk Film Festivali haftası kapsamında yayınlanan filmlerden bir tanesine gittik.
Daha doğrusu, kapanış filmi olan Yumurta’ya gittik...
Bizim için geçen haftanın en büyük krizlerinden biri de bu film idi.
Aslında çok da kötü konuşmak istemiyorum bu film hakkında ama neyse elimden geleni yapacağım...
NewYork’da yeni bir akım başlamış... Ya da benim yeni farkettiğim bir şey; insanlar artık Hollywood filmlerinden çok, Uluslararası Filmleri, sinemaya gidip izlemekten hoşlanır hale gelmişler... Sinemaya gidip izlemek diyorum çünkü zaten evinizdeki kabloluda, yeni çıkan filmleri, gecikmeli de olsa, maksimum 4.99 $ verip, koltukta uzanarak izleyebiliyorsunuz.
Uluslararası filmlerin en güzel tarafı; filmden çıkınca, üzerine saatlerce konuşabiliyorsunuz... Ana kahraman neden öyle yaptı? Neden yoldan çıktı? Orada anlatılmak istenen şey neydi gibi… Ve herkesin de bakış açışı o kadar farklı olabiliyor ki, muhabbet uzadıkça uzuyor…
Yumurta filminde, benim en sevdiğim de bu oldu...
Filmden çıktıktan sonra; saatlerce konuştuk üzerine...
İlk sahnenin gereksizliği? Eski sevgilisiyle olan konuşmasının filmdeki bağlantısı? Köpek, anne miydi? Ne işi vardı gecenin yarısında tarlanın ortasında 30 kadar koyun ve devasa çoban köpeğiyle? Yoksa her şey rüya mıydı?
Metafor üzerine metaforla dönüyor sanat filmleri…
Ve çıkışta da her metaforu çözmeye çalışıyor insan…
Kimileride de büyük tepki topluyor tabii ki...
Yumurta’yı geçtim, ondan önce yayınlanan kısa film, tam anlamıyla bir "Çin İşkencesiydi” diye gelen yorumlarla yedik film çıkışı yemeğimizi...
Ama cidden de, bir işkenceydi, Yumurta’dan önce yayınlanan “Güvercin Taklası” isimli kısa film…
Benim anlamadığım başka bir konu da; NewYork’da düzenlenen Türk Film Festivali için yapılan tanıtım filminde neden günümüze uygun, modern bir Türk Müziği ile tanıtım yerine, Coldplay’in “Rule The World” isimli şarkısıyla tanıtım yapılmış?..
Gerçi, Yumurta da; Altın Portakal Film Festivali’nde; En iyi Film ve En iyi Senaryo dalları dahil olmak üzere altı dalda ödül kazanmış… Onu da anlayamamışız!!!
Benim tek anladığım; sağımda, solumda, önümde, arkamda oturan insanların, kafalarına dayadıkları işaret parmağından dönme silahlarla kendilerini vurmak istedikleriydi film boyunca…
Ne anlar onlar sanattan da diyebilirsiniz? Belki de haklısınız…
Ben işaret parmağımdan dönme küçük silahımı, sadece Güvercin Taklası’nda kullandım…
Yumurta için, kurşun kalmamıştı, silahımda!
Ne yazık ki… :))
19.10.2008
Ceyla Gökahmetoğlu Gülboy
Bu aralar, en büyük olayımız tahmin edeceğiniz üzere: Krizimiz!
Ekonomik Kriz!..
İlk geldiğimde, resmen bir hafta NBC ile yatıp, NBC ile uyandım...
Kriz hemen bir günde kopmadı tabi, ama en tavana vurduğu sıralarda, NBC’de sanki “action-film“ izler gibi izliyordum… Die Hard 4!
Ne zaman ki, kriz sokaktaki yüzlere, konuşmalara vurdu, o zaman tedirginlik ve panik de beraberinde geldi...
Bazı Amerika’lı arkadaşlarımız, depresyona girmiş bile; sanmışlar ki büyük Amerikan ekonomisi ve sistemi çöküyor... (Ki, bir süreliğine işler iyice kontrolden çıkmıştı...)
Ekonomik Kriz, Politik Kriz, Bush Krizi…
Anlayacağınız geldiğimden beri, çok da Türkiye’den getirmiş olduğum; rahatlama ve yavaşlamaya sahip çıkamadım… Bir anda kendime geldim!
Aaaa, unutmadan bir de geçen hafta üç cift yaşadığımız bir Yumurta Krizi var ki, ona da değinmeden geçemeyeceğim...
NewYork’da her sene düzenlenen; Türk Film Festivali haftası kapsamında yayınlanan filmlerden bir tanesine gittik.
Daha doğrusu, kapanış filmi olan Yumurta’ya gittik...
Bizim için geçen haftanın en büyük krizlerinden biri de bu film idi.
Aslında çok da kötü konuşmak istemiyorum bu film hakkında ama neyse elimden geleni yapacağım...
NewYork’da yeni bir akım başlamış... Ya da benim yeni farkettiğim bir şey; insanlar artık Hollywood filmlerinden çok, Uluslararası Filmleri, sinemaya gidip izlemekten hoşlanır hale gelmişler... Sinemaya gidip izlemek diyorum çünkü zaten evinizdeki kabloluda, yeni çıkan filmleri, gecikmeli de olsa, maksimum 4.99 $ verip, koltukta uzanarak izleyebiliyorsunuz.
Uluslararası filmlerin en güzel tarafı; filmden çıkınca, üzerine saatlerce konuşabiliyorsunuz... Ana kahraman neden öyle yaptı? Neden yoldan çıktı? Orada anlatılmak istenen şey neydi gibi… Ve herkesin de bakış açışı o kadar farklı olabiliyor ki, muhabbet uzadıkça uzuyor…
Yumurta filminde, benim en sevdiğim de bu oldu...
Filmden çıktıktan sonra; saatlerce konuştuk üzerine...
İlk sahnenin gereksizliği? Eski sevgilisiyle olan konuşmasının filmdeki bağlantısı? Köpek, anne miydi? Ne işi vardı gecenin yarısında tarlanın ortasında 30 kadar koyun ve devasa çoban köpeğiyle? Yoksa her şey rüya mıydı?
Metafor üzerine metaforla dönüyor sanat filmleri…
Ve çıkışta da her metaforu çözmeye çalışıyor insan…
Kimileride de büyük tepki topluyor tabii ki...
Yumurta’yı geçtim, ondan önce yayınlanan kısa film, tam anlamıyla bir "Çin İşkencesiydi” diye gelen yorumlarla yedik film çıkışı yemeğimizi...
Ama cidden de, bir işkenceydi, Yumurta’dan önce yayınlanan “Güvercin Taklası” isimli kısa film…
Benim anlamadığım başka bir konu da; NewYork’da düzenlenen Türk Film Festivali için yapılan tanıtım filminde neden günümüze uygun, modern bir Türk Müziği ile tanıtım yerine, Coldplay’in “Rule The World” isimli şarkısıyla tanıtım yapılmış?..
Gerçi, Yumurta da; Altın Portakal Film Festivali’nde; En iyi Film ve En iyi Senaryo dalları dahil olmak üzere altı dalda ödül kazanmış… Onu da anlayamamışız!!!
Benim tek anladığım; sağımda, solumda, önümde, arkamda oturan insanların, kafalarına dayadıkları işaret parmağından dönme silahlarla kendilerini vurmak istedikleriydi film boyunca…
Ne anlar onlar sanattan da diyebilirsiniz? Belki de haklısınız…
Ben işaret parmağımdan dönme küçük silahımı, sadece Güvercin Taklası’nda kullandım…
Yumurta için, kurşun kalmamıştı, silahımda!
Ne yazık ki… :))
19.10.2008
Ceyla Gökahmetoğlu Gülboy
Subscribe to:
Posts (Atom)